✿ Kitap Eleştirisi: Postacı Kadın - Sarah Blake ✿

29.3.17

Merhaba!

Yeni yazıdan selamlar... Nasılsınız, umarım iyisinizdir, beni soracak olursanız biraz dengesiz günler geçiriyorum açıkçası. Çünkü erkek kardeşim bilgisayarımıza format attı ve ben bilgisayardan aldığımı düşündüğüm resimleri ne yazık ki almamışım ve resimlerimi tekrar organize edene kadar yazı düzenimde epey sorun yaşadım. Neyse ki telefonumun flash belleğinde yedeklerim mevcutmuş ama onları da organize etmem çok uzun sürdü vs. vs. bir ton sorun oldu. Şükür ki resimlerimin tamamını kaybetmeden bu işten sıyrılmış oldum :) Bugün sizlerle okuduğum son kitabı ve yorumlarını paylaşmak istiyorum, hemen başlayalım!

Kütüphaneden okumak üzere ödünç aldığım ve okuduğum ikinci kitap Sarah Blake'in Postacı Kadın isimli eseri oldu. Neden bilmem, çoğunlukla olağanüstü kapak tasarımındandır sanırım okumak için sabırsızlandım ve hemen okumak istedim. Arka kapağını hatmetmeme rağmen kitabın içeriğine dair pek bilgi edinemedim ve konusunu pek bilmeden sadece postacı bir kadın üzerinden ilerlediğini düşünerek okudum. Nedendir bilmiyorum ben II. Dünya Savaşı, Naziler, Almanya hakkında bir şeyler okumaya bir süredir ara vermeme rağmen yine gidip de böyle konulu kitapları buluyorum. Bu kitapta da aynen böyle oldu. Şu sıralar dram, savaş vs. böyle konulu kitaplar okumayı istemiyorum, aslında daima uzak durmamız gereken türler bunlar, neticede hayatın kendisi bir dram filmi zaten ama biz Türkler böyle ağlamalı zırlamalı şeyleri çok sevdiğimizden dizi olsun film olsun dayanamadan izleyip okuyup dinliyoruz. Durum bende de çok farklı değil gördüğünüz gibi :)
*
Kitabımız, Maviağaç Yayınları'ndan çıkma ve yaklaşık olarak 376 sayfa...


Kitap kütüphaneden alınmış olsa da kendi kütüphaneme ait olmasını elbette dilerdim. Kitabın kapaklarına ölüp bittiğimi bilmem söylemiş miydim? Hele ön kapak yani beni çağırıyor gibi bir şey. Elimde değil, çiçekli böcekli romantik kitap kapaklarına gerçekten dayanamıyorum, otur tablo gibi seyret yani. Arka kapağın övgü ve iltifatlarla tamamen doldurulması fikrine karşı olsam da yine de çok takılmadım.


Kitabın efsane konusuna geleyim: II. Dünya Savaşı Almanya ve İngiltere arasında hava bombardımanları şeklinde devam etmektedir. Her şeyden uzak dünyanın öteki ucundaki Amerika'da ise günlük yaşam devam etmektedir. Ancak bu günlük yaşamın getirdiği rahatlık ve umursamazlık duyarlı bazı Amerikan vatandaşlarını rahatsız etmekte ve İngilizleri ve savaşı yakından görmek ve orada yaşananları bizzat kendileri görmek ve de Amerikan halkına anlatmak, tehlikenin aslında çok çok yakında olduğunu ve birgün kendilerinin de bu bombardımanlara maruz kalabileceklerini aktarmak istemektedirler. Bunlardan ilki Amerikalı radyo spikeri Frankie Bard'dır. Hiç düşünmeden Londra'ya oradan da Fransa ve Almanya'ya kadar giderek savaşın iç yüzünü ve oradan oraya sürüklenen Yahudileri bir ses kaydedici yardımıyla tüm dünyaya duyurmak ve burada sessizce bir katliam yapıldığını herkese göstermek istemektedir. İnsanlarla konuşur ve savaşı onlardan dinler, ancak bu esnada çaresizdir çünkü romantik Amerikalılar ülkelerinin yakınında herhangi bir savaş uçağı ya da denizaltı görebileceklerine asla inanmazlar. Ülkenin bir diğer tarafında babasının bankayı batırarak kendi kasabasında hor görülmesine rağmen kasabaya deneyimli bir doktor olarak yeni dönen ve henüz evlenen William Fitch vardır. Kasabadaki bir doğumda ölen bir kadının ölüm sebebini kendisi olarak görür ve hiç düşünmeden Londra'ya gider. Bu iki insanın ve kasabanın ilginç posta müdiresi Irıs James'in hayatları çok ilginç bir şekilde savaşın tam da ortasında kesişecektir...


Konuyu tüm detaylarıyla anlatmak gerçekten çok isterdim ama o zaman tüm kitabı ve kitabın sonunu da anlatmak zorunda kalırdım zaten yukarıda söylemek istediklerimden fazlasını söyledim. Gerçekten de artık dram kitapları okumak istemiyorum, filmlerini çok çok merak etsem de izlememeyi öğrendim çünkü sandığımın aksine daha duygusal bir insanım ve çok etkileniyorum, sonrasında günlerce ağladığım oluyor, örneğin Kristin Hannah'ın benim en sevdiğim kitaplar listesindeki ikinci kitabı olan Kış Bahçesi'ni hala hatırlıyor ve hala üzülüyorum. Her neyse. Bazı şeyleri anlatmak ve farkındalık yaratmak için sonuçta bunlar da gerekiyor. Konuyu böyle özetleyelim, devamı için de sizleri lütfen kitaba alalım :)


Kitabın biçimsel özelliklerine bakalım hadi: İlk iki sayfada kitap-yazar-çevirmen-yayınevi ismi, üçüncü sayfada editör-yayıncı bilgileri, atıf ve alıntıyla birlikte kitaba giriş yapıyoruz. İlk kısım isimsiz olarak Frances Bard'ın ağzından oldukça samimi bir şekilde yazılmış. Devamında geçmişe uzanıp o günleri yad ediyoruz. Kitap büyük kısımlar halinde mevsim isimleriyle adlandırılmış: Sonbahar 1940, Kış 1941, İlkbahar 1941, Yaz 1941. Bölümler halinde ise 28 bölüm şeklinde kaleme alınmış. Kitabın sonunda bir Not, bir Teşekkür, bir de Hikayenin Ardındaki Hikaye kısımları yazılmış ve kitaba son verilmiş.
*
Kitap, orta puntoyla yazılmış, okumayı zorlaştıran bir durumu yok. Kitabın üslubuna ilk başlarda alışmakta inanılmaz zorlandım, çünkü biraz İngilizvari bir dili var, İngiliz edebiyatı okuyanlar ne demek istediğimi çok iyi bilirler. Kapalı, bol detaylı, bol tasvirli (manzara, kasaba, hava, insan, duygu, düşünce) yavaş, akıcı olmayan ve diyalogu az tutulan bir kitaptı çünkü. Okumak için kesinlikle ama kesinlikle boş bir kafaya ve bomboş sessiz bir ortama ihtiyacım oldu, kafam doluyken asla okuyamadım ve oldukça uzun sürdü kitabı bitirmem bu sebeple. Ayrıca iç karartıcı birkaç hikaye ve savaş manzaraları bulunduğu için de moralim bozukken mümkün mertebe kitaptan uzak durdum. Bu sebeplerle kitabı yaklaşık iki haftada zorlaya zorlaya ancak bitirdim.


Kitap gerçekten akıcı değil, orta kısımlarda bir miktar akıcılaşıyor, ancak ondan sonra yine duruluyor. Daha çok savaş ya da kahramanlık vs. değil de insan duyguları, hisleri, Yahudilerin daha doğrusu hangi dinden ya da ırktan olursa olsun insanların çektiği sıkıntılar, acılar, ayrılıklar, belirsizlikler, iç karartıcı bombalar, insan manzaraları, duygular çok ön planda kitapta. Savaşın insancıl yönüne ayna tutuyor da diyebiliriz. Bu açıdan çok fazla dram, çok fazla trajedi kitapta sizi bekliyor olacak.
*
Kitapta sevmediğim şeylerden biri İngiltere'nin beşikte ağlayıp duran ancak annesinin bir türlü ilgilenmediği zavallı bir bebekmiş gibi gösterilip, yardıma muhtaç bir şekilde ve annesi rolündeki Amerika'nın ve sadece ona o yardım edebilirmiş gibi gösterilmesi oldu. Yazar bunu ana roldeki Frankie Bard üzerinden yapmıştı. Muhabir sürekli savaştaki insan seslerini kaydederek Amerika'ya dinletmek istiyordu çünkü. Bir nevi I. Dünya Savaşı'nın azman kedisi ve lideri rolündeki aynı zamanda o dönemde de dünya lideri ülke olan İngiltere'yi yardıma muhtaç, bombalardan kaçamayan zavallı bir ülke olarak göstermişti. Okuyan İngilizlerin tepkisini merak ediyorum, ülkelerinin bu şekilde lanse edilmesi hakkında acaba neler düşünüyorlar? Ha elbette bu doğru da olabilir, o dönemde zaten I. Dünya Savaşı'nda zayiat veren İngiltere hemen ardından alışık olmadığı bombalarla tanışmış da olabilir ama ben acımadım açıkçası. Sadece İngiltere'nin kendi kendine yetemeyen ve zavallı, masum bir ülke konumunda gösterilmesi, lanse edilmesi ve buna Fransa ve Almanya'daki Yahudilerin sonradan ilave edilmesi kötü olmuş.


Kitapta en çok Will ile Emma'ya üzüldüm desem yeridir. Bu arada kitapta çok sıcak bir Amerikan kasabası da betimleniyor ve kasabada olan herkesi halen bile gözümde canlandırabiliyorum. Bu kısımlar en sevdiklerimdi ve kasaba tam bir balıkçı kasabasıydı. Kitap eğer mutlu sonla bitseydi tüm karakterler açısından -bu arada kitapta savaş ön planda olduğundan neredeyse hiç mutlu son yok- veya en azından bir karakter bari mutlu sona ulaşsaydı kasabadaki portreler tam anlamıyla tamamlanacaktı. Bu arada Irıs ve Harry'nin sonu bana çok yapmacık ve bir anda alınan bir karar gibi geldi. Temeli yoktu ve aslında yazarın anlık bir kararı neticesinde yazılmış gibiydi.
*
Muhtemelen böyle savaş kitaplarında bu kadar harika manzara, ortam, hava tasvirlerinin bulunması okuyan herkesi şaşırtacaktır, sanırım yazarın savaşa inat olarak bilerek bizzat tercih ettiği bir şeydi, hakikaten yazarın burada anlatmak istediği belli ancak dünya inatla ona sırt çeviriyor. Sizce de böyle harika havalarda, harika balıkçı kasabalarında, bu kadar harika ve mutlu evliliklerin olduğu yerlerde, çocukların annelerine muhtaç olduğu ve annesiz kalmalarının mümkün olmadığı yerlerde savaşın ne işi var? Ya da insanlar savaşa neden kulaklarını tıkayıp gözlerini bu kadar umarsızca kapatıyorlar? Neden savaştaki onca Yahudi'nin bilerek bizzat öldürülmesine göz yumdular mesela? Ya da Almanlar Atlantikteyken Amerikalılar savaşın kendilerine asla ulaşamayacağına neden bu kadar inandılar?


Kitapta genel olarak savaş ve bombardıman altındaki İngiltere ve kasaba betimlemesiyle Amerika anlatılıyor. Kitap sizlerin de anlayabileceği üzere 1940'lı yıllarda geçiyor, o dönemi özellikle Amerika kasabası üzerinden çok iyi yansıtıyor diyebilirim. Kıyafetleri, postane sistemleri, iletişim araçları vs. ile. Bu arada kitabın ana karakteri bir muhabir ancak kitabın ismi neden Postacı Kadın hala daha anlayamadım. Muhtemelen iki karakter de iletişimle ilgili işler yaptıklarından olabilir. Ancak kitapta Irıs James kadar Frankie Bard, hatta Emma Fitch de anlatılıyor, bu sebeple üç kadının ortak hikayesi diyebiliriz biz buna. Kitaptaki ana karakterlerin hemcinslerim olması da ayrı bir güzellik tabi.
*
Genelde olmaz ama hani savaş kitaplarını seviyorsanız bu biraz fazla dramatik ancak yine de benim için ağlamak sorun olmaz diyorsanız bakabilirsiniz elbette, çok fazla etkileyici olmasa da yine de güzel bir kitaptı. Açıkçası kitaptan unutamayacağım tek karakter Emma oldu, diğer iki ana karakteri biraz fazla kayıp ve tasviri az buldum, özellikle Irıs'ın karakterine ait hiçbir şey bilmiyoruz, Frankie'nin de öyle. Oysa ki kitaplarda karakterler hem fiziksel özellikleriyle ama daha çok ruhsal özellikleriyle hatırlanırlar. Örneğin; ben Reşat Nuri'nin blogumda önceden yorumladığım Gizli El kitabındaki ana karakterinin ismini hatırlamasam da karakter özelliklerine dair bilgiler halen daha zihnimdedir.


Yine kitapta Almanya'nın zulmünden İngiltere ve Fransa'yı kurtarabilecek tel el olarak Amerika'nın gösterilmesi de inanılmaz yanlış bir inanış. Yazar burada iletişimin evrenselliğini unutmuş görünüyor, diğer ülkeler de o döneme şahitler ve bence muhabir tüm dünyayı hedeflemeliydi. Ha belki de İngilizce'nin İngiltere ve Amerika'nın ortak dilleri olmasından dolayı böyle düşünülmüş olabilir ama yine de sonuçta mikrofona konuşanlar Fransız ya da Alman. Hepsi İngilizce konuşmuyorlar, bu arada muhabirimiz çat pat her dili biliyor ama sadece Amerika'ya hitap ediyor? Oldukça anlamsız ve Amerika'nın gereksiz yere hiç de hak etmediği gibi yüceltilmesini oldukça gereksiz buldum.
*
Yazarımızın kitabın sonunda yer alan notunda nelerin gerçek nelerin kurgu olduğunu anlatması çok güzeldi. Bazı olayların böylece gerçekten yaşandığını anlıyorsunuz.


Arka kapakta yazıldığı kadar başarılı bulduğum ama o kadar etkilenmediğim bir kitap oldu ne yazık ki, bunu belki de kitabın bitiriliş şeklinden dolayı söylüyor olabilirim. Genel olarak savruk bir tarzı var kitabın, bir Amerika'ya gidiyoruz bir Londra'ya, bir Fransa'ya ve bir Almanya'ya ama kitabın sonu çok anlamsızca tamamlanmıştı. Kitapta çok fazla dram vardı ve emin olun bu kadar dram herkese ağır ve de fazla gelir. Ayrıca büyük bir de karamsarlık vardı tüm karakterlerin üzerinde, yani kitapta bir tane bile umut eden karakter yoktu. Bu karamsarlık beni boğdu açıkçası ve arka arkaya sevdiğimiz karakterlerin ölümü, sanki dünyanın sona ereceği ve bu savaşın en büyük savaşmış gibi yansıtıldığını düşünüyorum. Ancak bundan önce ülkemizin üzerinden geçen çok daha büyük bir savaş vardı, sanırım yazar bunu okumamış hiç? İçim karardı resmen yani.
*
Kim ne derse desin savaşlı kitapları sevmiyorum, isterse edebiyatın bu kitapta olduğu gibi dibine vursun. Savaş kitapta bile güzel olan ne varsa onu öldürüp çok daha üste çıkıyor ve anlamlı olan her şeyi anlamsızlaştırıyor. Günümüzde de savaşlar var ve insanlar halen umursamazlar... Yazarımız belki bu kitapla biraz savaşa karşı farkındalık ve karşıt çaba amaçlamış ama kitabın bu kadar arka planda kalmasına ve dünyanın şu andaki yani yirmi ikinci yüzyıldaki haline bakacak olursak, pek de başarılı olamamış galiba?


Kitabı tavsiye etmiyorum demiyorum ama seçim tamamen sizin. Ben ön kapağa bakarak romantik ve umut dolu bir kitap okuyacağımı düşünmüştüm ama savaşla ve karamsarlıkla dolu satırlar ve sayfalar beni karşıladı. Bu bakımdan yazımdan sonra okuyup okumamak size kalmış :)) Ben yeni bir kitaba başlamak istiyorum artık ve içinde en azından bir miktar umut olsun istiyorum, umut olmadan yaşayamayız ki? En karamsar seri katil cinayetleri olan kitaplarda bile dedektif ya da kurban bir miktar da olsa onlar bile biraz umuda sahipler, ancak bu kitapta hiç umut yok.

Kitaba dair yorum, görüş ve önerilerim işte böyleydi, umarım yazımı keyifle okudunuz! Yazımı beğendiyseniz sosyal medyada paylaşmayı ve blogumu sağ üst köşeden takibe almayı unutmayın :) Eğer beni sosyal medyadan da takip ederseniz yeni yazılarımdan ilk haberdar olanlardan olabilirsiniz...


Takipte Kalın





hasibecengizkarakuzu@gmail.com
Herkese sevgiler, 

H. ♥️

You Might Also Like

1 yorum oku / yaz

Fikrini paylaşırsan çok sevinirim:)))